19 Nisan 2014 Cumartesi

Bir Başkaldırı Yansıması: Beat Kuşağı

      Beat Kuşağı New York’ta bir araya gelen ve daha sonra batı yakası kardeşliğine katılan bir grup Amerikan şairleri ve yazarlarından oluşmuştur. Bu hareket 1950 ve 60’lı yıllarda belirgin hale gelmiştir. Beat Kuşağı doğaçlama, tutkulu diyalog, açık cinsellik ve uyuşturucu deneyimleriyle ilgilenmiştir. Çalışmaları bunlara yansımış ve sonrasında yerleşik edebi dergilere sızmaya başlamıştır. Beat Kuşağının post modern edebiyata etkisi yadsınamaz. 1950'li yıllarda konformist bir hayatı yücelten ABD toplumunun değerlerine karşı olan bu yazarların en önemlilerinden biri olarak kabul edilen Jack Kerouac aynı zamanda "Beat Kuşağı" terimini de öneren ilk isimdir.

       Tarihsel Süreçteki Kökenleri
          29 Bunalımı sürecinde, demiryolu inşaatlarında çalışan işçiler, demiryolları bittikten sonra yeni işler bulma amacıyla kaçak olarak bindikleri trenlerle Amerika’yı bir uçtan uca dolaşmaya başladılar. 29 Bunalımının getirdiği ekonomik küçülmeden ötürü,o dönemde ancak geçici ve karın tokluğuna, çiftliklerde iş bulunabiliyordu. Hayatta kalmak için sürekli eyalet değiştirerek, farklı hasat dönemlerine yetişmek gerekliydi. Bu mevsimlik işçiler, öyküleriyle Beat Kuşağının esin kaynağı oldular. Amaçsız demiryolu yolculukları geleneğinin ilk izlerini Jack London'da görmekteyiz. Beat Kuşağının sanatta hiçbir akıma doğrudan bağlanmadığı görülebilir. Sanatsal açıdan üretim teknikleri olarak, popüler biçimleri kullanmazlar. Beat romanlarının ortaya çıkar çıkmaz büyük tepkiyle karşılaşıp sansürlenmesi, uyandırdıkları dehşetten kaynaklanmıştır.
        Beat Kuşağı'nın ortaya çıkışı, sonu gelmeyen yolculuklara ve yer değiştirmelere dayanır. 1940'larda, New York’taki Columbia Üniversitesi’nde bir edebi toplulukta tanışan bir grup öğrenci, Büyük Bunalım sonrası işsizlerin demiryollarına düşmesi gibi amaçsızca otostopla Amerika’yı dolaşmaya başladı. Gittikleri her eyalette yeni insanlarla tanıştılar ve adı henüz konulmasa da sisteme, geleneğe ve alışıldık yaşam biçimlerine muhalif bir kitle oluşmaya başladı. New York merkez olmak üzere, Denver ve San Francisco'da toplandılar. Grup içerisinde sanatın çok farklı dallarıyla ilgilenenler varsa da, Beat Kuşağı en çok edebiyat alanındaki çalışmalarıyla öne çıkacaktı. Jack Kerouac’ın “Yolda”sı ve Allen Ginsberg’in “Uluma”sı dönemin en çok tanınan eserleri oldu. Beat Kuşağı’nın sanatta hiçbir akıma doğrudan bağlanmadığı görülebilir. Sanatsal üretim teknikleri olarak, popüler biçimleri kullanmazlar. Beat romanlarının ortaya çıkar çıkmaz büyük tepkiyle karşılanıp sansürlenmesi, uyandırdıkları dehşetten kaynaklanmıştır. Beat Kuşağı yazarlarının ve şairlerinin ilk eserleri, alışılmadık üsluplarından ve içeriklerinden ötürü sansürlendiler. 1950’li yıllarda bu nedenle onlarca dava açıldı, birçok eser ancak büyük oranda sansürlendikten sonra yayımlanabildi.
Beat Kuşağı’nın felsefi açıdan özünü varoluşçulukta bulmaktayız. Dostoyevski, Nietzsche, Kafka, Heidegger, Sartre, Camus gibi isimler düşünsel alanda bu fikirleri ilk işleyenler oldular. 20. yüzyılın dinmek bilmeyen bunalımları ve iki dünya savaşı, adı koyulamayan bir şeyin ortaya çıkmasına neden olmuştu. “Yabancılaşma”, “özgürleşme” ve “bulantı” gibi sözcüklerle tanımlanabilecek bu şey, Beat Kuşağı’nda sonsuz “yaşam coşkusu” olarak vücut bulacaktı.

  

       60'larda Beat Kuşağı

            1960’lara girilirken Beat Hareketi, Amerikan yer altı gençliğinin öncüsü haline gelmiş ve müzikten sinemaya, şiirden romana her alanda etkisini göstermeye başlamıştı. 60’ların öne çıkan müzisyenleri Beat Kuşağı’ndan ciddi anlamda etkilendiler. The Doors, Bob Dylan, The Rolling Stones, The Beatles, Pink Floyd gibi gruplar yaptıkları deneysel çalışmalarla Beat Kuşağı’nın gelenek yıkıcı-muhalif karakterinin müzikteki temsilcileri oldular. Mülkiyetsizlik-aidiyetsizlik gibi değerleri merkezine koyan Hippiler doğrudan Beat Kuşağı’nın derin etkisi altındaydılar. Amerika’daki 68 hareketleri de eylem pratiğinde Beat Kuşağı’nın tavrına yakın bir duruş sergilemektedir.
      Beatnikler, Buda'yı ve meditasyonu Amerika'ya tanıttılar. Hayatın monoton ilişki setlerini sürdürmekten ibaret hale geldiği ve bireyin üretim ilişkilerinin devamlılığını sağlama adına bir araç haline getirildiği bir sistemde, psikolojik anlamda büyük yıkımların görülmesi kaçınılmazdı. Zenginleşen Amerika'da alım gücü ne denli yükselse de, Amerikalılar pembe bir düşün parçası olmadıklarını, maddi alım gücünün mutluluğu satın almaya yetmediğini anlamaya başlamışlardı. Beat Kuşağının gençlik üzerindeki büyük etkisi bu arayıştan doğmaktadır. Beatnikler, gençliği özgürleştirdiler ve insanları kurgulanmış yaşam biçimlerinin ötesine davet ettiler. 60'ların ikinci yarısında on binlerce gencin akın akın Hindistan'a doğru yola çıkması, Batı'nın sıkıcı sınırlarından topluca kaçış anlamına geliyordu ve başkaldırının doğrudan eyleme dönüşmüş biçimiydi. Bu dönemde Jim Morrison "Dünyayı istiyoruz, hemen şimdi istiyoruz" diyerek, arayışın ne denli büyük olduğunu göstermekte ve daha fazla beklenemeyeceğini ifade etmektedir.
  
     Beat Kuşağı ve Yol
      Beat Kuşağı yazarları ve şairleri, alışıldık edebiyatçıların ötesinde bir kişiliğe sahiptiler. Onlar için edebiyat hareket halindeyken, yolda üretilen bir şeydi. İçlerinde bazıları ise bir şeyler yazmak yerine hayatlarını romanlara yaklaştırmayı tercih ettiler. Bir Beat gibi yaşayan Jim Morrison da 27’sine dek yapılabilecek her türlü çılgınlığı yaparak ölümü kucaklamayı seçer. Peki “Yol” neden Beat Kuşağı için böylesine kutsal bir anlam kazanmıştır? Bunun birkaç nedeni vardır. Yol, sonu gelmeyen arayışın simgesidir ve Beat Kuşağının felsefi özü olan Zen, dinamik meditasyon yöntemleriyle bu anlamı bulma üzerine kuruludur. Oysa anlam bir hedef olamaz. Anlam arayışın kendisindedir. Bu coşku onları Kuzey Afrika’ya, Viyana’ya, İstanbul’a,               - Jack Kerouac - 
Uzakdoğu’ya, Paris’e ve dünyanın en uç köşelerine dek götürür.
      Jack Kerouac'ın Yolda (On the Road, 1957) ve Zen Kaçıkları (Dharma Bums), Allen Ginsberg'in Uluma (Howl, 1956) ve William S. Burroughs'un Çıplak Şölen (Naked Lunch, 1959) adlı eserleri bu akımın ilk ve önemli yapıtlarındandır.


12 Nisan 2014 Cumartesi

Bir Başka Diyar İsveç'e Sinema ve Sahne Sanatları Perspektifinden Kısa Bir Bakış



Hiç şüphe yok ki 1950-1960 yılları arasında İsveç sinemasındaki "kötü karakter" ler, yaz gecelerinde çıplak banyo yapabilen, gözalıcı güzellikte, fazlasıyla sağlıklı, açık görüşlü ve Ýsveç’te bir efsane haline gelen çekici sarýþýn kadýnlardý. Ingmar Bergman’ýn filmleri, Vilgot Sjöman (I am Curious Yellow-Ben Meraklı Bir Sarışınım) ve Arne Mattsson (One Summer of Happiness-Mutlu Bir Yaz), aynı dönem içinde bol miktarda çıplaklık içeren, uluslararası duyarlılığı tetikleyen fakat yeterli görülmeyen filmlerdir.  

 
Öte yandan Ingmar Bergman’ın İsveç ve dünya sinema tarihindeki önemini anlatmaya sözcükler yetmez. Bergman, film ve tiyatro yönetmeni olarak 60 yıllık meslek hayatı boyunca yalnızca İsveç tiyatrosuna ve sinemasına yön vermekle kalmamıış, hem görsel hem kültürel anlamda bireysel yeteneğiyle belki de herkesten fazla İsveç’in ve İsveçliler ’in uluslararası simgesi olmuştur.


İsveç kültürünün yansıtıldığı diğer alanlarda olduðu gibi, son 10 yılda İsveç sineması da uluslararası boyutta gittikçe artan bir ilgi görmekte, uygulayıcıları da dikkat çekici yurtdışı başarılara imza atmaktadır. Bugünün İsveç sinemasında uluslararası ilgi gören isimlerin başında yıllar önce tekrar Hollywood’a yerleşen ve eşi Lena Olin ile Peter Stormare gibi İsveçli oyuncularla kariyerini devam ettiren yönetmen Lasse Hallström gelmektedir.


Genç kuşak yönetmenler arasında ise Show Me Love (Bana Aşkı Göster), Together (Birlikte) ve Lilya 4-ever, (Daima Lilya) gibi filmleriyle uluslararası başarı yakalayan Lukas Moodysson sayılabilir. İsveç film endüstrisinde göçmen ailelerin yönetmenliğe adım atan yetenekli çocuklarının "Yeni İsveç" kavramı altında film yaptıklarını görüyoruz. Bu kuşağın öncülerinden Josef Fares’in komedi filmi Jalla! Jalla (Yallah! Yallah!) hem sanatsal açıdan hem de ticari açıdan başarıya ulaştı.


Son yıllarda İsveç’in uluslararası piyasada ticari anlamda boy gösterdiği alanlardan biri de video yönetmenliğidir. Özellikle Madonna, U2, Metallica gibi rock grubu ve şarkıcılarının videolarını çekmede gösterdiği başarıdan ötürü yönetmen Jonas Akerlund takdir toplamaktadır.  


Sahne sanatlarına gelince, tiyatro, müzikal, dans gibi sanatın farklı alanları için İsveç’te pek çok seçenek bulabilirsiniz. Başkent Stokholm, tiyatro sayısıyla dünyanın önde gelen ülkelerinden biri olmakla övünür. Kraliyet Tiyatrosu ve Kraliyet Operası gibi kendilerini uluslararasý seviyede kabul ettirmiş kurumlar, son dönemde repertuarlarına aldıkları eserlerle tanınmıþ konuklara özel prömiyerler düzenlemektedir. Yine son yıllarda ünlü Cullberg Balesi, çok sayıda bağımsız bale ve modern dans topluluğuna, ayrıca Kenneth Kvarnström,Virpi Pahkinen ve Cristina Caprioli gibi koreograflara ev sahipliği yapmaktadır. 


Özellikle yalınlık üzerinden bir karmaşa sunan İsveçli yönetmenler, bu durumu hakkıyla yerine getirmektedir. 
Son olarak İsveçli Post-Metal grubu Cult of Luna'nın Passing Through isimli şarkısının video klip yönetmenliğini yapmış olan yine isveçli Markus Lundqvist, bize o durağan karmaşayı sunmaktadır. 
İyi seyirler:



Kaynak:
http://www.swedenabroad.com


8 Nisan 2014 Salı

''Yaşamak için yiyeceğe, kendimizi geliştirmek için kültüre ihtiyacımız var.'' - Blek le Rat




Zamanımızın en etkileyici sokak sanatçılarından olan Blek le Rat’ ın kültür üzerine yazdığı bir yazı. Kendisi Paris’in ilk graffiti sanatçılarından birisi olmakla birlikte bu ekolü meşrulaştıranlardan olmuştur.

‘’Herkes yaşamında, gördüklermiz itibari ile kendi kültürünü oluşturmuştur, öğrenmiştir ve sevmiştir. Bazılarımın kendi kültürünü yüceltirken diğerinin kültüründen bahsetmez... Yaşamak için yiyeceğe, kendimizi geliştirmek için kültüre ihtiyacımız vardır.
Ben, 19. Yüzyıl eğitimini almış insanlar tarafından eğitildim. Babam 1914 yılında, büyük babam ise 1880 yılında doğmuş. Bu yüzden, hayatım iki farklı yüzyılın kültürü ve olgusuyla şekillendi. Büyük babamın zamanında, 20. Yüzyılın başlarında, sadece çok az insan kültüre ulaşabiliyordu. Kültür onların kaderiydi. Kitap yazacak, müzik çalacak ya da eğitilmiş elit kesimler için bir şeyler yapacaklardı.
Kitleler için kültür, sinemanın gelmesi ile birlikte ortaya çıktı. Bu ayrıcalıkları olmayan insanlara kapıları açtı çünkü sinema hesaplıydı. Neredeyse herkesin filmlere gitmesi için bir nedeni vardı. Kültürün demokratikleştirilebilmesi, müziğin önce Birleşik Devletler’de sonra da 1950’lerde Avrupa’da  tamamen ulaşılabilir olduğu zamanlarda bile zordu.
Bence Sokak Sanatı fenomeni, sanatçıların kendi propagandalarını yapabilmeleri için mükemmel bir araç olan internet ile birlikte oldukça iyi bir şey. İnternet, sanatçılar için gerçekten mükemmel çünkü sanatçıların, yaptıklarını dünya ile paylaşma arzuları vardır. İnternet en büyük kültürel çizgidir ve diğer medyaların başını çeker
Bizler, kültürel yayılmının dönüş noktalarıyız.’’
Blek le Rat' ın çalışmalarından bazıları: 

Blek'in imza niteliğindeki çalışmalarından ''Bilgisayar Adam''

 ''Cahillik erdemdir'' serisinden

                                                                     ''Para Biçilmez''

                                                        Paris sokağında Blek çalışması


Kaynak:
http://www.culturalweekly.com/blek-le-rat-culture/